2 Aralık 2011 Cuma

Kitap Okumayı Nefes Almakla Eşdeğer Bulan Annenin Kitap Okumayı Henüz! Umursamayan Kızı!





Evet o anne benim, o kız da benim kızım! Ben kitapsız yapamam, okumayı öğrendiğimden beri okuyorum. Annem anlatır sokakta yerdeki gazeteyi alıp okumuşluğum vardır.

Cin Ali ile basladığımız okuma serüveninin bu aşamalara gelmesi aslında bizim kuşak için büyük başarı... Bir baksanıza cocuğunuzun, yeğeninizin, torununuzun kitaplarına ne dediğimi anlarsınız. Kitap isimleri bir enteresan, kapaklar bir cümbüş, çizerler öyle bir resimler resmediyorki kitaplara ben bile incelemek için elime aldığım kitabı bir bakıyorum zevkle okuyorum.

Sadece kitaplar değil çocukların şansı ayrı odaları var, çalışma masaları var, kitaplıkları, cicili bicili okuma lambaları var ki biz zamanında bunların çeyreğine sahip değildik. Ama yine de bakıyorum bizim kadar meraklı değiller okumaya, mesela şu anda Eylül'ün elinde tablet oyun oynuyor, timsaha duş aldırmaya çalışıyor. Ben olsam alırdım elime kitaplıktan bir kitap içindeki sayfalara dalar maceradan maceraya koşardım. Biz öyle yapardık eskiden. Cuma akşamları radyoda çocuk programını beklerdim, sokakta oynuyorsam koşa koşa eve döner dinlerdim programı.

Ama çocuklar da haklı bizim zamanımızda TV bu kadar çok kullanılan bir şey değildi, 24 saat yayın yoktu bir kere. Pazar günleri saat 12'de açılırdı kanal :) şimdi anlatınca gülüyor çocuklar. Bilgisayar yoktu, oyunlar sokakta oyanırdı mahalledeki çocuklarla birlikte. Benim yaşımda olan herkesin en az bir kez yağmurdan sonra sokakta solucanlarla oynamışlığı vardır :) (Ya da ben çok mu yaramazdım ne) Hadi kapatalım TV'yi kitap okuyalım diyorum kendime vişne likörü, Eylül'e nesquik hazırlıyorum yanına ıvır zıvır hoşuna gidecek minik lezzetler ekliyorum, binbir dil döküyorum öyle gönlünü yapıyorum da kitap okuyoruz. Benim annemin bunları yapacak vakti yoktu mesela, elde çamaşır elde bulaşık... Yine de alır bizi Adile Naşit'in Şan Tiyatrosu'ndaki gösterilerine götürürdü.

Şimdiki çocuklar hayatı hem şanslı ama bir o kadar da şanssız yaşıyorlar. Biz Cin Ali gibi renksiz bir kitapta binbir renkli düşler yaşardık. Şimdi benim kızım ve diğer çocuklar binbir renk içinde neredeyse düş kuramıyorlar...

13 Kasım 2011 Pazar

Ay Battı-John Steinbeck ... Ders kitabı olmalı


Ne zamandır benim kitaplığın (malum bir de Eylül'in kitaplığı var) rafında duruyordu. İnce bir kitap, ama elim bir türlü gidip okuyamadım. Havalar soğuyup evlere kapanınca sıra biriken kitaplara geldi. Şöyle ayaklarımı pufuma uzatıp, kahvemi alıp başladım okumaya...

Nasıl güzel bir kitap anlatamam size, işgal edilmiş bir kasabada yaşananlar hem işgal edenin hem de işgal edilenin gözünden anlatılıyor. Bir yanda uzun yıllardır huzur içinde yaşayan, savaşmayı unutmuş kasaba sakinleri(!) diğer yanda işgal eden ama savaşmaktan yorulmuş, askercilik oynamaktan yorulmuş ve yaptıklarını sorgulamaya başlamış askerler.

Ülkem işgal edilirse ne yapardım acaba diye düşündüm. Eski insanlardan ne kadar farklı şartlarda yaşıyoruz. Bir sürü konforumuz var. Evler bir düğmeye basınca ısınıyor, yemekler öyle, çamaşırlar el değmeden yıkanıyor, kuruyor vs vs... Yani kaybedecek çok şeyimiz var hayata karşı. Savaş halinde olsak acaba ninelerimiz gibi fedakar olabilecek miyiz diye düşündüm. Herkes aynı düşünce tarzında değil biliyorum ama söz konusu vatan ise gerisi teferruattır diyebilecek ve bunu uygulayabilecek kaç kişi çıkar acaba?

118 sayfada anlatılanlar 1000 sayfaya bedel, bazı cümleler insanı çok etkiliyor. Heleki ülkemizin şu anki hali düşünülünce... Çok uzatmadan ''kitabı mutlaka ama mutlaka edinin, okuyun ve okutun'' diyorum veee size kitabın arkasında yer alan ve sizi uyandıran cümleleri buraya not düşüyorum:

''Özgür insanlar savaş çıkarmazlar ama savaş çıkmışsa, yenilseler bile savaşa devam ederler. Bu yüzden küçük çatışmaları sürü zihniyetli halklar, savaşları da özgür insanlar kazanır.''




12 Nisan 2011 Salı

Zülfü Livaneli ve Son Ada

Kitabın kapağı

Hepimiz kaçacak bir yer isteriz zaman zaman... Hatta mümkünse bu yer bir ada olmalı, martıları çığlık çığlığa, güneşe doğru hep uçmalı denizin üstünde. İnsanlar birbirini tanımalı ve selamlamalı sabahları, tanımayan insanlar adaya ayak basıp adalıların keyfini kaçırmamalı...

Sanırım hepiniz ah keşke dersiniz böyle bir kaçış noktasına :) benim böyle iki yerim var darlandığımda aklıma getirip, oralarda olduğumu düşlediğim. Birisi annemin memleketi İğneada, diğeri de kızım ve eşimle beraber en dinlendirici tatilimizi yaptığımız Datça-Palamutbükü... İğneada'nın ada kısmı sadece isminde :) kendisi ada değil, ama Istrancalar'ı aşıp sık ormanları geçerek ulaştığınız bu cennet yer size eminim bir ada havası yaşatacaktır.

İşte Zülfü Livaneli'nin Son Ada kitabını elime aldığımda da bu hisler içerisindeydim. Aklımdan yine martılar, ışıldayan deniz, mutlu insanlar, elinde dondurmalarıyla koşuşturan çocuklar vardı. Zülfü Livaneli aynı benim düşüncemdeki gibi cümlelerine başlamıştı. Mutlu insanlar, bir şort ve tişörtle gününü geçiren, çardaklar altında güzel sohbetler yapan ve anakaranın tasasından bir şekilde kaöıp adaya sığınan insanlar. Martılarla adadaki plajları aralarında paylaşacak kadar tokgözlü, birbirlerini tanıyan ve güvenen bu insanların keyfini ne kaçırabilirdiki... Bana göre hiçbir şey, hiç kimse. Ama yazara göre ''Başkan''...


Kitabın başka bir kapağı

Günün birinde bu cennet muadili adaya emekli ol-durul-muş bir Başkan yerleşir. Emeklilik günlerini sakince yaşamak için gelmiştir bu adaya değil mi? Eşi hanımefendiyle ve torunlarıyla mutlu emeklilik günleri yaşayacaktır adalılara göre. Ama Başkan'ın adaya adım attığı ilk günden itibaren adanın güzel talihi tersine dönecektir.

Bir kitap beni ele geçirdiğinde bitirene kadar okuduğum, uyumadığım, yemediğim günler çok olmuştur. Ama bir süredir bu huyumu kötü buluyorum. Çünkü güzel bir kitap bittiğinde yerine koyacak güzel bir kitap daha bulmak hemen olmayabiliyor. O yüzden yavaş yavaş okumaya çalışıyorum kitapları :) ne kadar becerebilirsem.

Sevgili Zülfü Livaneli bana göre her yaptığı şeyde mükemmeli yakalayabiliyor. Bir insan hem iyi bir gazeteci, hem iyi bir besteci, hem o iyi besteleri iyi söyleyen iyi bir şarkıcı, hem iyi bir insan ve hem de iyi bir yazar olabilir mi aynı anda? Demek ki olabiliyor... Kitabını mutlaka alıp okuyun, bugünlerde yaşadıklarımızla nasıl örtüştüğüne şaşıracaksınız. Maalesef :(

Aşağıda Yaşar Kemal'in kitap hakkında Radikal gazetesinde yazdığı yazıyı okuyabilirsiniz:

Zülfü’nün yeni romanı üstüne çoktandır bir yazı yazmak istiyor, rahat günler arıyordum. ‘Son Ada’ romanı beni vurmuştu. Bu romanı bir kere okudum. Elim değdikçe bir daha, bir daha okudum. Üstüste okuduğum bu roman üstüne ne yazılacaktı, merak ediyordum. Bekledim, bekledim, eleştirmenlerimizden ses çıkmıyordu.
Bir tane mi, iki tane mi eleştiri gördüm. Eleştirmen olduğunu bildiğim kişiler ‘Son Ada’yı görmemişlerdi. Bu roman yakında Fransızcaya çevrilecek. Eminim orada hak ettiği yazılar yazılacaktır.
Romanın konusu, daha doğrusu konuları çok ilginçtir. Pek çok konu bir ana konuya bağlanır, büyük klasikler gibi. Klasikler ana konunun yöresinde, içinde dolanıp dururlar. Zülfü’nün bu romanı da birçok sebepten dolayı klasikler içindedir…
Bize dışarıdan türlü türlü düşünceler geliyordu. Dışarıdan gelenlerin hepsini yazmayacağım da biri bir zamanlar çok tekrar ediliyordu. Bir arkadaşımız, ‘Konu romanı öldürür’ dedi, bundan sonra kimi görmüş konuşmuşsam konu romanı öldürür diyorlardı. Ben de onlara etmen eylemeyin arkadaşlar, konusuz roman olmaz, konular romanın ana gücüdür deyip durdum. Büyük bir Fransız şairi, romancısı arkadaşım vardı. Ona sordum, ‘Türkiye’de konu romanın ölümüdür diyorlar, ne diyorsunuz? Fransa’da böyle yazarlar var mı?’ ‘Olabilir’ dedi arkadaşım, ‘Sersemin biri atmıştır, o da Türkiye’ye kadar gitmiştir. Sen ne diyorsun?’ Önce böyle söyleyenlere güldüm geçtim. Sonra baktım olacak gibi değil, böyle roman yazılmaz dedim her yazarımıza, her roman okuyana. Baktım ki bir takım yazar konusuza gidiyor. Hazırlandım bir de konferans verdim. Konusuz roman yazılmaz.
Gençliğimde Abidin Dino ve ağabeyi Arif Dino sürgün olaraktan Adana’ya gelmişlerdi. Abidin Dino Türksözü gazetesinde yazıişlerinde çalışıyordu. Beni Arif Dino’yla o tanıştırdı. Arif Bey büyük bir ressam, şair ve büyük bir kültürdü. Her zaman ‘Arif Dino benim üniversitemdir’ diyorum. Bu doğrudur.
Onunla edebiyat ve sanat konuştuk. Roman yazmaya başladığımda dedi ki, sana roman için bir gerçek söyleyeceğim, iyi dinle. İyi dinlemesen de olur çünkü söyleyeceğim hikayelerinden de belli. Gene de söyleyeceğim: Bu çağda bir kısım romancı tek, ana tipten korkuyor. O zaman da roman roman olmaktan çıkıyor. Senin hikayelerinde bile tek tip var, yani ana tipler var.
‘İnce Memed’ tek tipli bir romandır. Zülfü’nün romanları da tek, yani ana tiplidir. Zülfü Livaneli bir diktatörü yazıyor. O güzelim Türkiye’nin halkları bir demokrasi görmedilerse, durup dururken savaşlara girmişlerse diktatörlerin yüzündendir. Diktatörler her zaman tek kişi değillerdir. Çok kişi de olabilirler. Güney Amerika’da onlar çoğunlukla askerdirler, ordulardır. Güney Amerika’daki ülkeler çoğunlukla askeri diktatoryayla yaşadılar. Daha da diktatörlerle yaşayan ülkeler var. Bize gelince biz de bir çeşit askeriyeyle yaşadık. Bunun adını da sıkı yönetim koyduk. Cumhuriyetin seksen yılının neredeyse yarısını sıkı yönetimle geçirdik. Demokrasi göremedik. Demokrasiye ulaşamadık. Daha da korkuyoruz. Korkmasak iyi olacak, çünkü bugünlerde ülkemizde demokrasi isteyenler hızla çoğalıyor. Bana öyle geliyor ki demokrasiyle karşı karşıyayız. Şunu söyleyeyim ki Güney Amerikalılar gibi olmayacağız. Bizim halkımıza güvenmeliyiz.
Güney Amerikalılar son zamanlarda önemli yazarlar yetiştirdiler. Bu yazarların çoğu dünya yazarı oldu, hemen hemen her ülkede tanındılar. Bu yazarların büyük bir kısmı dışarda yetişmişlerdi. Paris’te bu yazarlardan epeysiyle tanışmıştım. Avrupa onları çok tutmuştu. Birçok yayıncıda onların kitapları basılıyordu. Dünyada en tanınan onlardı. Onların büyük yazarları daha da dünyanın yayınlarındandır.
Güney Amerika yazarlarının ilginç bir hünerleri var. O hüner zor bir hüner. Bu hünerli yazarların birçoğu Türkçeye çevrildi de hepsini bilmiyorum. Yazarlar bir araya gelmişler, herkes bir diktatör üstüne bir roman yazsın demişler. Kimi bilinen bir diktatörü yazsın, kimi de isterse kendi diktatörünü yazsın. Birçok yazar konularınıyazmışlar. Bunlar da dünyada çok tanınmışlar, satılmışlar.
Zülfü’nün romanın bunlarla hiç bir ilgisi yok. Zülfü’nün romanı başka bir roman. Yepyeni. Ben bu romanı okuduğumda şaşırdım kaldım. Zülfü yepyeni bir ustalık, yepyeni bir roman getirmişti. Beklemediğim bir yenilikti Zülfü’nün getirdiği. Zülfü’nün yarattığı yeniliği okuyucuya bırakmak istiyorum ya, yapamıyorum. Önce zalimliği gözükmeyen gizli bir zalim. Gururlu ama gururu hiç belli değil. Böylesi adamda ne bulunursa onda da var ama hiç belli değil ya da davranışlarını saklıyor. Biz adamları tanıyoruz. Onları çok iyi tanıyoruz. Böyle bir insanı bulmak, yazan her usta romancının karı değil. Zülfü’nün romanlarındaki inceden ince psikolojiyi bulmak kolay değil de böyle incelikleri bulamayanlar üzülemez çünkü onun romanları zenginliktir. Doğa, yan tipler hepsi de romanda özel bir ses, bir zenginliktir. Bu romanda yaşam kadar canlılık vardır. Her romancıya nasip olmaz.
Bütün zenginliği bize gösteren romandaki dildir. Bir romancı her romanını aynı biçimde, aynı dille yazıyorsa o roman roman olmaz, solar gider, kalıcı olamaz. Bir roman kalıcı bir roman olacaksa dilini kendi yaratacaktır. Zülfü bu romanında romana göre bir dil yaratmıştır, bundan dolayı da kalıcı olacaktır.
Bu romanda insanların hepsi de canlı ve yaşıyorlar. Bir de tilkiler var. Bir de orman var, ormanın çamları, tilkilerin vatanı, bir de martılar. Hiç bilmediğimiz martılar… İnsanlardan bile daha güçlü anlatılmış. Zülfüce yaratılmış martılar başka bir romanda, başka bir yerde olamazdı. Bakkalın bir sakat çocuğu var. Sakat mı değil mi romanın sonuna kadar bilmiyoruz. Bu çocuk bu romanda olmasaydı, roman bu kadar büyük olamazdı. Bir de bu romanın trajik yanı var, başka bir romanda olsaydı romanı da alır götürür şuraya atardı. Zülfü bu romanda inanılmaz ölçüler, olanaklar yaratmış. Her şey birbirine uyuyor. Edebiyatta görkemli bir söz vardır, büyük kapıdan girmek. Bu, büyük bir eserin yazarı demek.
Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.

22 Şubat 2011 Salı

Tess Gerritsen ve Tıbbi, Romantik Polisiye Kitapları

Tess Gerritsen


Tess Gerritsen kitaplarıyla Kipa sayesinde tanıştım :)) Kipa bazen benim gibi kitap kurtlarına güzellik yapıyor ve bazı kitapları 9,90 TL, 5, 40 TL gibi komik fiyatlara satabiliyor. Kitap sepetini kurcalarken tam hatırlamıyorum ama ya kanlı kapak resmi ya da arka kapakta yazan ufak özet ilgimi çekmiş olabilir. Fiyatın cazip olması da başka bir cazibe unsuru tabiiki :) İnsan düşünmeden edemiyor bir kitap 5,40 TL'ye satılabiliyorsa neden 16,90 TL gibi bir fiyatla satışa çıkar??? Sonra açık oturumlarda sabahın ilk saatlerine kadar ''ülkemizde okuma oranı neden düşük'' diye kendini paralar insanlar doğal olarak.

Neyse ilk kitaptan sonra diğerlerini de bir şekilde yine ucuz fiyatlara temin edip okumaya devam ettim. Maşallah Tess Gerritsen hiç boş durmamış yazmış da yazmış. Hayat hikayesini merak edip araştırdığımda oldukça verimli, ödüllü ve üstüne üstlük eğitim ve kariyer olarak hiç de boş bir insan olmadığını gördüm. Ama kitap yazma aşkı ağır basmış ve doktorluk kariyerini bırakarak başarılı romanlar yazmış.

Gelelim kitaplarımıza, okuduğum kitapların birbirini takip etmesi benim çok hoşuma gidiyor. Saklambaç oynar gibi bir kitabı bitirip sonrakinde aynı kahramanları arıyor gözüm. Okuduğum kitaplardaki Detektif Rizzoli (her daim öfkeli, patlamaya hazır yanardağ gibi), Ajan Dean (çoook yakışıklı, karizmatik adam) ve Adli Tıp Doktoru Maura Isles ile diğer kitaplarda da karşılaşınca inanılmaz keyif aldım.



Detektif Jane Rizzoli (Angie Harmon)


Detektif Rizzoli sahip olduğu ateşli İtalyan kanını kitabın her satırında okuyucuya ve zavallı çalışma arkadaşlarına hissettiriyor. Erkek egemenliğindeki polislik mesleğinde bir kadın olarak çok mücadele ederek kazandığı saygıyı kaybetmemek için erkek meslektaşlarından kat be kat fazla efor sarfediyor.


Dr. Maura Isles (Sasha Alexander)

Adli Tıp Doktoru Maura Isles ise Rizzoli'den de ilginç bir kadın. O da onun gibi çok uğraşarak kendine bu meslekte yer edinmiş birisi. Basın ve birlikte çalıştığı polisler ona ''Ölüler Kraliçesi'' adını takmış. Zaman zaman bu ismi neden hakkettiğini sorguluyor. Maura Isles'ın boşandığı kocası Victor ile Günahkar kitabında, evinin önünde öldürülmüş olarak bulunana kadar varlığından haberdar olmadığı ikiziyle de İkiz Bedenler kitabında tanışıyoruz.


Ajan Gabriel Dean (Billy Burke)

Gelelim Ajan Dean'e :) ah aah diyerek başlayalım: Ajan Gabriel Dean Detektif Rizzoli'nin kalbine Çırak kitabında giriveriyor. Önce soruşturmasına gökten zembille inmiş gibi dahil olan bu FBI ajanını bir çırpıda boğuvermek istese de kitabın ilerleyen sayfalarında onun kollarında aşk denizinde boğulmayı tercih ediyor.

Sanırım bu yazıda bir tuhaflık dikkatinizi çekmiştir. Kitap kahramanlarını anlatıyorsun anladık, ama bu fotoğraflar nedir diye sorabilirsiniz. Bunlar benim de geçenlerde CNBC-E kanalında reklamını görünce şok geçirdiğim Tess Gerritsen kitaplarının çoğunda yeralan Rizzoli ve Isles kahramanlarının yer aldığı Rizzoli&Isles dizisinde oynayan kahramanlar. Dizi yurtdışında ilgi görünce CNBC-E kanalı tarafından Türkiye'ye getirilmiş. Salı günleri saat 20:00'de Türkçe seslendirmeli, gece saat 00:00'da da orijinal dil altyazılı oynatılmakta.

Dizide Detektif Jane Rizzoli'yi Angie Harmon, Dr. Maura Isles'i Sasha Alexander ve Ajan Gabriel Dean'i Billy Burke (sadece 2 bölüm) canlandırıyor. Bu arada Billy Burke Twilight serisinde Bella Swan'ın kızını bir vampirlere bir kurtlara kaptıran babasını canlandırıyor diye de notumu düşüyorum :)

Burada bir parantez açarak diziyi duymadan önce kitabı okurken Ajan Gabriel Dean'i hayalimde canlandırırken aklıma nedense hep bu resim geldi :))) Oyuncu John Hannah'ya teklif etselermiş keşke bu rolü ;)



Nasıl ama? Kitaptaki tiplemeye daha uygun gibi geliyor ;) Eğer heyecanı, polisiyeyi seviyorsanız. Bir kadının polislik mesleğinde suçluların peşinde koşarken ve adli tıpta insan vücudu keserken ne zorluklar yaşadığını bilmek istiyorsanız, bunun yanında aşk da arıyorsanız Tess Gerritsen'in kitapları tam size göre.

6 Şubat 2011 Pazar

Yitik Masumiyet-Somaly Mam

Kamboçyalı bir kahramanın gerçek yaşam öyküsü

Küçük bir kızken seks kölesi olarak satıldı. Şimdi başkalarını kurtarıyor.


Okuması ve bahsetmesi acı veren bir kitap daha... Neden diyorum, insanlar bu kadar kötü! Neden seks için kadınları, hayvanları ve hatta aklımızın hiçbir şekilde alamayacağı şekilde çocukları kullanıyorlar. Bunun cevabını kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım veremiyorum. Kimse de veremez sanırım.

Kitabı annem okumuş ve benim de okumamı istedi. Kitaptaki fotoğrafa bakınca çok eğlenceli, kendini çocuklara adamış bir annenin hikayesini okuyacağımı zannettim. Büyük babası tarafından borcuna karşılık 12 yaşında Çinli bir tüccara satılan, 14 yaşında zorla, hayatında hiç görmediği bir adamla evlendirilen, üstüne 16 yaşında geneleve satılan bir kadına benzemiyordu fotoğraftaki kadın...

Bir ülke düşünün oradaki erkekler bakire bir kızla seks yaparlarsa hastalıklardan korunacaklarına inanıyorlar. Bekaretleri garanti olsun diye 5-6 yaşındaki kızlar genelevlerde satışa çıkarılıyor (bu noktada mide bulantımı bastırmakta zorlanıyorum). Düşünün o ülkede ailenizin borcu varsa o borcun bedeli geneleve satılmanız oluyor. Kamboçya işte böyle berbat, iğrenç bir ülke! Mam bu kadınlardan sadece bir tanesi. Tecavüz edilmiş, dövülmüş, oradan oraya satılmış. Ona yardım edenler de olmuş. Hatta evlenmiş ve çocukları olmuş. Ülkedeki fuhuş mafyası Mam'ı korkutmak için kızını kaçırmış.



Somaly Mam hayatını bu düzenin bozulması için, Kamboçya'daki kızların bu iğrenç kaderden kaçması için adamış. Bu nedenle sığınma evleri açmış ve Somaly Mam Foundation adında bir vakıf kurmuş. Dünya çapında tanınan ve bu konuya dikkat çeken çok güçlü bir kadın Mam...


25 Ocak 2011 Salı

Yazarlar ne dinler?


Artık yazarlar kitaplarını yazdıkları süreçte dinledikleri müzikleri de paylaşıyor okuyucularıyla. Ben ilk örneğini Maxime Chattam'ın bir kitabında görmüştüm. Şu anda hangisi hatırlamıyorum.

Ama yakın zamanda Stephenie Meyers'in internet sitesinde gördüm. Filmde yer alan şarkılarla alakası yok. Yazarın tamamen kişisel tercihlerini yansıtan bir liste. Örnek vermek gerekirse Twilight (Alacakaranlık) kitabını yazarken dinlediği şarkılar:

1. "Why Does it Always Rain on Me?" — Travis
2. "Creep" [radio edit] — Radiohead
3. "In My Place" — Coldplay
4. "I'm Not Okay (I Promise)" [video edit] — My Chemical Romance
5. "With You" [reanimation remix] — Linkin Park
6. "By Myself" — Linkin Park
7. "Dreaming" — OMD
8. "Please Forgive Me" — David Gray
9. "Here With Me" — Dido
10. "Time is Running Out" — Muse
11. "Tremble for My Beloved" — Collective Soul
12. "Dreams" — The Cranberries
13. "Lullaby (Goodnight, My Angel)" — Billy Joel

Filmin müzik listesi ise tamamen başka:

Twilight (Alacakaranlık) müzik listesi


#Song/ArtistSceneLength
1"Supermassive Black Hole" by MuseThe Cullens play baseball3:31
2"Decode" by ParamoreSecond song in end credits4:21
3"Full Moon" by The Black GhostsOpening credits3:50
4"Leave Out All the Rest" by Linkin ParkFirst song in end credits3:19
5"Spotlight (Twilight Mix)" by MutemathBella gets out of car at school with Edward3:20
6"Go All the Way (Into the Twilight)" by Perry FarrellBella and Edward first walk into prom3:27
7"Tremble for My Beloved" by Collective SoulBella gets saved by Edward from Tyler's van3:53
8"I Caught Myself" by ParamoreBella and friends shopping for prom dresses3:55
9"Eyes on Fire" by Blue FoundationBella waiting at the parking lot for Edward5:01
10"Never Think" by Robert PattinsonBella and Edward talking at the restaurant4:29
11"Flightless Bird, American Mouth" by Iron & WineBella and Edward dance and talk alone at prom4:02
12"Bella's Lullaby" by Carter BurwellOn and off throughout the film2:20


Ben her iki listeyi de sevdim. Bence okuyucular açısından çok güzel bir olay bu. Ben mesela Paul Auster benim kült kitabım Leviathan'ı yazarken ne dinliyordu, nerede yazdı, ne giyiyordu merak ediyorum. Hangi hal ve ruh içinde yazdığını kitabını senelerdir merak eder dururum.

Bizde böyle bir liste ile karşılaşmadım. Bundan Türk yazarlar kitap yazarken müzik dinlemiyor sonucunu çıkarmamalıyız sanırım :) Sadece bizlerle paylaşmak akıllarına gelmemiştir diye düşünüyorum.

Ben bu yazıyı yazarken fonda Norah Jones çalıyordu. Ne zaman yorulsam, kafa dinlemek istesem bana evin her hangi bir köşesinden Norah Jones eşlik eder. Böyle bir huy geliştirdim. Beni müthiş dinlendiriyor sesi...

24 Ocak 2011 Pazartesi

Ateşi Yakalamak ve Alaycı Kuş-Ve ve ve yine Suzanne Collins


Katniss Everdeen öyle bir ateş yaktı ki Panem halkının ta yüreğinde acımasız başkan Snow bu ateşi ancak yine kendisinin söndürmesi gerektiğini yoksa Gale'in, annesinin ve biricik Prim'inin hayatının tehlikede olduğunu söylemek için bizzat Galipler Köyü'ndeki evini ziyaret etti.

Katniss bir tarafta ailesi, bir tarafta av arkadaşı ve yüreğindeki yerinden emin olamadığı Gale ve diper yanda da Açlık Oyunları'nda romantik aşık rolünü büyük bir özveriyle ve içten oynayan Peeta'sı için daha ne kadar kendi hayatından, duygularından vazgeçeceğini bilemiyor. Öte yandan Panem halkı da Katniss'in saçtığı kıvılcımları ateşe dönüştürmek üzere...


Katniss Everdeen'in kitaplarını geçen hafta okumaya başladım. Ülkemizin içinde bulunduğu durum ile Panem halkının durumu neredeyse çok benzer geldi bana. Biliyorum bizde de özellikle Kurtuluş Mücadelemizle ilgili çok güzel kitaplar var. Ama bizim yazarlarımız bu konuları illa büyük bir ciddiyet içerisinde kocaman cümlelerle ve çoğu kişinin okuyamayacağı kadar heyecandan, duygudan  yoksun yazıyorlar. Elbetteki tarihimiz en doğru şekilde aktarılmalı. Bu çok önemli. Ama insanların, özellikle de çocukların ve gençlerin ilgisinin çekileceği şekilde kelimelere dökülmesinin bana göre bir sakıncası yok. Aksine faydası bile olabilir.

Son kitap bana ilk iki kitaptaki heyecanı vermedi desem sanırım yanlış olmaz. Bunda Katniss karakterinin bu kitapta genelde depresif bir durumda olmasının da etkisi var. Ailesi ve diğer 12.Mıntıka sakinleriyle birlikte aslında yokolmuş sanılan, ama Capitol yöneticilerinin de bilgisiyle yeraltında bir hayat kuran 13.Mıntıka'da yaşamaya başlayan Katniss Alaycı Kuş olup kıvılcımları önce ateşe, sonra da yangına dönüştürüp Panem halkını Başkan Snow'un acımasız yöentiminden kurtaracak mı yoksa hayatını 13.Mıntıka'nın kuytu köşelerinde he sabah koluna damgalanan günlük programa uygun olarak mı yaşayacak? 

Şimdi ben heyecanla Açlık Oyunları ve diğer kitapların filme çekilmesini bekliyorum. (Yurtdışı sitelerde okuduğum kadarıyla kast çalışmaları başlamış.)  Bakalım kitap ile aynı zevki verebilecek bir yönetmen çıkacak mı. Bu arada benim kitapta en sevdiğim karakter Katniss değildi. Stilist Cinna benim daha çok ilgimi çekti. İlk kitapta Cinna'nın güzemli hali tavrı diğer kitaplarda çözülecek diye düşünmüştüm. Bence yazar Cinna'yı konu alan bir yan kitap yazabilir. Aynı şekilde Gale ve Haymitch için de birer kitap yazmaya değer diye düşünüyorum.

Stephenie Meyer nasıl Twilight serisinden hiç alakasız bir Bree Tanner kitabı çıkardıysa Suzanne Collins bahsettiğim karakterler ile ilgili haydi haydi birer kitap yazabilir. Filmin çekileceğini öğrendiğimden beri benim aklımda Cinna karakteri için nedense Jude Law var ;)

Heyecan ve mücadele arıyorsanız Açlık Oyunları ile başlayın derim.

18 Ocak 2011 Salı

Açlık Oyunları-Suzanne Collins



Birkaç zamandır hayat oldukça duygusal akıyor. Sevgili ananem, ailemizin çınarı Hatice Sultan neredeyse bir aydır hastanede komada... Bir şekilde acı seni içine alıyor, alışıyorsun. Zaman zaman içini bir burkup ben buradayım diyor, ama hayat devam ediyor.

Bu sabah facebook'a girtdiğimde bir arkadaşımın durum mesajı gözlerimin dolmasına neden oldu: ''Uzak diye bir yer yok. Paylaştığımız gökyüzü kavuşturuyor bizi.'' Halbuki onunla daha hiç yüzyüze görüşmedik. Ama bir sürü fikirlerimizin örtüştüğü konu var. Şimdi o Ankara'da yaşamaya başladı, eşinin işleri sebebiyle.

Sabah sabah bu mesajı görünce sayfada çok duygulandım. Aynı gökyüzünün altında yaşıyoruz. Uzağız birbirimize ama aslında yakınız. Aynı havayı soluyoruz, aynı hayatı yaşıyoruz. Ama yaşadığımız dünyanın kıymetini bilmiyoruz. Neyse sabah sabah daha fazla bunalım yaşamanın gereği yok :)

Bugünlerde bir seri okuyorum. Suzanne Collins'in Açlık Oyunları ile başladım. İlk kitap da çok etkileyici ama ikinci kitap insnaı öyle bir yerden yakalıyorki... Capitol sonsuz zenginlik, sonsuz güzellik ve bir o kadar boş yaşayan insanlarla dolu bir şehir. Diğer halk 12 Mıntıka'dan oluşuyor. Her biri Capitol'de yaşayan vurdumduymaz zengin insanlara bir şeyler üretiyorlar. Romanın konu aldığı Katniss ''Alevler içindeki kız'' 12.Mıntıka'da yaşıyor. 12.Mıntıka insanları 18 yaşına bastıkları anda kömür madenlerine inerek günde 12 saat çalışıp Capitol insanlarının yakıt ihtiyacını karşılıyorlar. Katniss'in babası daha yeni ölmüş. Madendeki patlama Mıntıka'daki birçok madenci ailesinin ocağını söndürmüş. Katniss babasının öğrettiği şekilde kaçak avlanırken (tellerle etrafı örülü olan Mıntıka'nın dışı Capitol'ün malı, dolayısıyla tüm herşey) arkadaşı Gale ile güzel saatler geçiriyor. Keyiflerinin kaçtığı Toplanma Günü gelene kadar hayatları basit, aç ama az da olsa mutlu.

Yıllar önce Mıntıkalar Capitol'e karşı isyan ettiğinde Capitol onları acımasızca, insan aklının almayacağı şekilde cezalandırdı. Her Mıntıka 12 yaşına gelmiş bir erkek ve bir kız haracı Capitol'deki insanları eğlendirmek için Arena'da ölümüne mücadele etmesi için göndermek zorunda! Bazı yemeğe muhtaç ailelerin çocukları durumu iyi olan haraç adaylarının yerine adlarını yazdırarak para kazanabiliyor. Katniss hem annesini hem de küçük kardeşi Prim için elinden gelen herşeyi yapıyor.

12.Mıntıka meydanda toplandığında kızlar ve erkekler olarak ayrılmış olanlar içinde hem kardeşlerinin yerine de ismini yazdıran Gale, hem de Katniss yürekleri çarparak kurayı beklemektedir. İlk olarak kız haracın isimi belirlenecektir. Akıl Hocası elini uzatıp kağıdı çeker ve okur: Primrose Everdeen...

Katniss kendini öne atarak küçük kardeşinin yerine aday olduğunda Capitol'de ve 12 Mıntıka'da birden birşeylerin değişeceğinden habersizdi.

Ben şu anda ikinci kitabı okuyorum. Bittiğinde onu da yazacağım. Mutlaka okunması gereken kitaplar. Kötü yönetilmiş insanların bir kıvılcım sayesinde nasıl birer asiye dönüşerek geleceklerini kurtardığını keyifle okuyabilirsiniz.

Aşağıdaki resim Katniss'in ve tüm Mıntıkaların hayatını değiştiren Alaycı Kuş...



14 Ocak 2011 Cuma

Kaplumbağa Terbiyecisi-Emre Caner




Osmanlı denildiğinde aklıma gelen genelde beceriksiz devlet adamlarının elinde harcanan muhteşem bir devlet oluyor. Aralarında devleti için birşeyler yapmak isteyenler de mutlaka vardır ama aklıma nedense gelmiyor.

Kaplumbağa Terbiyecisi kafamdaki bu imajı tamamen değiştirdi. Öyle bir insan düşününki 18 yaşında Paris'e hukuk eğitimi almaya gönderilmiş. Hukuk eğitimini içindeki resim yapma aşkı yüzünden yarım bırakmış. Paris'de güzel bir Fransız kızına aşık olmuş ve evlenmiş. Bir gün kendini devlete hizmet için Bağdat'ta bulmuş. Bir bakmışsın müze müdürü olmuş. Bir bakmışsın ülkesinin yeraltındaki hazinelerini yabancılara kaptırmamak için arkeolog olmuş. Bir bakmışsın çok büyük saygı duyduğu paşa babasına kafa tutmuş, doğru bildiklerini savunmak için.

Öyle bir hayat hikayesi okudumki hayran oldum. O zamanlarda bir insan ancak bu kadar güzel, bu kadar  doyurucu ve bu kadar iz bırakarak yaşayabilirdi. Osmanlı'da ilk müzeyi kuran, Güzel Sanatlar Akademisi'nin açılmasını sağlayan ve uzun yıllar yöneten hep Osman Hamdi olmuş.

Kitap Osman Hamdi'nin hayatı yanında Osmanlı'da ve Dünya'da yaşanan gelişmeleri, İstanbul'da yaşanan ve büyük bir yıkıma sebep olan depremi ve ilginizi çekecek bir sürü olayı anlatıyor.

Kitabı muhakkak temin edin ve okuyun. 9,90 TL gibi çok uygun bir fiyata cep boyunu bile bulmanız mümkün. Ve sonra gidin Arkeoloji Müzesi'ni gezin. Eminim bu sefer bambaşka duygularla gezeceksiniz o güzel müzeyi. Ayrıca Pera Müzesi'ne giderek tablosunu görebilirsiniz. Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunu yaparken gerçekte neler düşündüğünü eminim siz de benim gibi çoook merak edeceksiniz.


Güncelleme (26.01.2011) :

Kitabı okuduktan sonra çevremdekilere okutmak istedim. Buradan da sizlerle paylaştım. Ama bir de bu eserin sahibine teşekkür etmek istedim. Çünkü okunması çok keyifli, ciddi emek verilmiş bir kitap Kaplumbağa Terbiyecisi... Bir de  ''Kutsal Fahişeden Bakire Meryem'e Toprak ve Kadın'' isimli kitabının nadide insan Muazzez İlmiye Çığ hanımefendi tarafından kaynak kitap olarak gösterilmesi beni iyice meraklandırdı.

Tabii ben e-postamı yazarken ve aklıma gelen soruları sıralarken belki de cevap vermez diye düşündüm. Ama sağolsun Emre bey sorularıma içenlikle cevap verdi.

İşte sorularım ve cevaplar:

-Ahmet Hamdi'nin hayatı oldukça ilgi çekici. Ama ben Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunun ressamı olması dışında hayatının kalan kısmıyla ilgili bilgi sahibi değildi. Sizin  nereden aklınıza geldi bu kitabı yazmak?
 
Bu kitabı yazmak Arkeoloji Müzesi’nin dolaştığım bir gün aklıma düştü. Osman Hamdi Bey’in fotoğraflarının sergilendiği bir bölüm vardır müzede. Bir gün fark ettim ki ben artık müzeyi dolaşmıyorum o fotoğraflara bakmaya geliyorum. Osman Hamdi bir Nemrutun zirvesinde bir Viyana’dadır o resimlerde. İnsanın etkilenmememsi mümkün değil. Fotoğraflara bakarken bu adamın hayatını yazmalıyım dedim. Ve yazdım.
 
-Araştırmanızı nasıl sürdürdünüz?
 
Osman Hamdi Bey üzerine 1971 basımı Mustafa Cezar’ın kitabı vardı. Ondan başka da derli toplu hiçbir şey yoktu. Öncelikle dönemi araştırdım. Kütüphaneler, eski dergi ve makaleler… Yavaş yavaş şekillenmeye başladı Osman Hamdi Bey’in hayatı. Okuduğum her tarihsel bilgiyi bir roman sayfasına nasıl taşıyabilirim diye düşünmeye başladım. Zaman geçtikçe sayfalar oluşmaya başladı.
 
-Kitabı okurken beni Osman Hamdi bey'in bir an bile boşa geçmeyen hayatı dışında en çok etkileyen ilk eşinin çocuklarından birini alarak Paris'e geri dönmesi. Kitabı yazarken oradaki ailesi ile ilgili güncel bilgiler edinebildiniz mi?
 
Özel hayatı ile ilgili bilgiler çok kısıtlıydı. Birkaç cümlenin ötesine gitmiyordu. İstanbul’da yaşayan yakınları var. Prof. Dr. Edhem Eldem gibi. Ama Paris’te kimse olduğunu zannetmiyorum.
 
-Henüz okumadığım kitabınız ''Kutsal Fahişeden Bakire Meryem'e Toprak ve Kadın'' benim de sonsuz saygı duyduğum sevgili Muazzez İlmiye Çığ tarafından kaynak kitap olarak gösterilmiş. Bu çok büyük bir başarı. Oldukça gençsiniz, bu başarınızı neye borçlusunuz?
 
Kadın sorunu, kadın tarihi gibi konularda önceki yıllarda epey bir çalışmıştım. Kutsal Fahişeden Bakire Meryem isimli kitabım o çalışmaların bir sonucu. Muazzez İlmiye Çığ’ın kitabımı okuyup desteklemesi benim için de önemliydi. Yaş konusuna gelince pek genç olduğumu düşünmüyorum. Ama yazarlığın böyle güzel bir tarafı var. 35 yaşına gelmişsiniz ve hala genç sıfatı kullanılıyor sizin için.
 
-Ve son olarak Kaplumbağa Terbiyecisi gibi bir biyografi roman daha yazmayı düşünüyor musunuz?
 
1 ay sonra çıkacak yeni kitabımda ressam Mihri Müşfik Hanım’ın hayatını anlatmaya çalıştım. Ama bu bir biyografi değil. Günümüzde geçen bir hikayenin içine yıllar önce ölmüş bir ressam kadını yerleştirmeyi seçti. Mihri Hanım’ın peşinden koşan yalnız bir adamın hikayesini anlattım.
 
Emre Caner ile ilgili merak etiğiniz herşeyi http://emrecaner.net/ adresinden öğrenebilirsiniz.